TASARIM SUÇLARI!
Tasarım, çok genel bir tanımla nesnel çevreyi insan ihtiyaçlarına göre şekillendirerek yaşamı kolaylaştırır. Vücudumuzun bir uzantısı olan çevremizde her gün binlerce tasarım ürünü ulaşımımızı, iletişimimizi, barınmamızı, korunmamızı vb sağlayarak yaşamımıza konfor katar.
Peki tasarım nasıl suç işler, ne zaman suçludur? Elbette burada suç derken, hoş /nahoş gibi gözümüzü acıtanları işaret etmekten, yani doğrudan ve sadece estetik bir rahatsızlıktan bahsetmiyoruz. Tasarım ürünü, gereken konfor ve kolaylığı sağlayamayıp tersine zorlaştırdığında, daha da ileri gidersek sağlığımızı ve çevremizi, hatta yaşamımızı tehlikeye soktuğunda...
Yani açılmayan bir paket yüzünden tırnağımızı kırdığımızda, ergonomik olmayan bir sandalye ya da yatak yüzünden sırt ağrıları çektiğimizde, kullanılan bir malzeme yüzünden hastalandığımız ve / ya da çevreyi kirlettiğimizde, herkesin erişebilirliği dikkate alınmadan yapılmış bir binadaki sergi ya da etkinliği izleyemediğimizde, oynayan kaldırım taşlarına basıp ayağımızı burktuğumuzda, önlem alınmadan açılmış bir çukura düşüp sakatlandığımızda, kaçış ve tahliye planları olmayan bir yapıda tehlike anında sıkışıp kaldığımızda... suçludur. Ve de genelde faili meçhul, çünkü irili ufaklı bu tür sorunlar çoğu zaman haber değeri bile taşımaz.
Örneğin kentlerde sürekli olarak bir çarpık yapılaşmaktan bahsedilmekte ancak bu genel olarak estetik bir sorunmuş izlenimi mi bırakmakta, yoksa bize mi öyle geliyor? Çünkü öncelikli bir sorun olduğu göz ardı ediliyor gibi. Bu konu, bütün altyapı eksiklikleri ve kontrolsüz yapılaşma ile birlikte en son sel konusunda gördüğümüz haliyle başlıbaşına bir felakete sebep olduğunda gündem yaratabiliyor. Oysa bu plansız gelişim, yangınlardan su baskınlarına, toprak kaymalarından binaların yıkılmasına kadar aslında önlenebilir sonuçlara ve bir çoğunu duymadığımız sakatlanmalara, can ve mal kayıplarına yol açmakta.
Kamusal alanlarda da her yıl harcanan paralara ve tekrar tekrar yapımlara rağmen “doğru”bir türlü bulunamıyor. Burada genelde kentsel tasarımdan konuşuyor gibi olduk ama elbette, evlerimizden ofislerimize, taşıdığımız çantalardan bindiğimiz araçlara kadar tüm tasarım ürünleri, doğru tasarlanmadığında geçici ya da kalıcı rahatsızlıklara ve çeşitli kazalara yol
açıyor.
İçinizi bütün bu olumsuzlukları sayıp dökerek sıktıktan sonra çözümün aslında ne kadar basit ve de elimizde olduğunu söylemek gerek. Tasarımda “moda”lar yaratarak tek bir konunun üstüne gidip –örneğin yeşil çevreci tasarımlar konusunda neredeyse sadece plastiği günah keçisi seçerek- kavramların içini boşaltmak yerine, evrensel tasarım ilke ve standartlarını benimseyerek ve benimseterek çok daha sağlıklı, eşitlikçi, erişilebilir ve konforlu nesnel çevreler yaratmak mümkün. Kurduğumuz kentler, tasarladığımız yapılar ve ürünlerin sadece sağlıklı ve genç insanlar tarafından kullanılmadığını hep aklımızda tutarak, herkes için tasarımı esas alarak, hem doğru tasarımlara ulaşmak hem de tasarımın yaşamsal önemini kavratmayı hedef olarak önümüze koymalıyız.
Tasarım suçlarını da ortaya dökelim! Suçunu arayan cezalılar olmaktansa...
Neslihan ŞIK
(Bu yazı Ocak 2010'da Radikal Tasarım Eki'nde yayınlanmıştır)
NASIL MUTLU MİMAR OLUNUR?
Bundan 10 yıl kadar önce Serdar Turgut bir yazısına “Mutsuz Olmayan Mimar Aranıyor” diye bir başlık atmış ve bu ‘derin mevzu’ya yukarıdan şöyle bir bakıvermişti[1]. Kız Kulesi restorasyonuna mimarların gösterdiği tepkilerden yola çıkarak bu meslek grubunun hiçbir şeyi beğenmediğini anlatmış, özetle mimarların çemkirmeye bayıldığını, bu yüzden de mutsuz ve acı içinde göründüklerini söylemişti.
Doğan Hasol bu yazının ardından Yapı Dergisi’nde konuyu ele almış[2], Turgut’a cevaben “Mimarlar Türkiye’nin bugünkü ortamında nasıl mutlu olsunlar ki?...” sorusunu yönelterek, rant kavgalarından gecekondulara, çarpık yapılaşmadan ormanlar ve yeşil alanların yağmasına ve ücret politikalarına dek birçok sorunu sayıp dökmüş ve eleştirinin gerekliliğini ortaya koymuştu. Sonuç olarak da “Yukarıda sıralanan ve ortamı yozlaştıran koşullar ortadan kalktığında yalnız mimarlar değil, herkes mutlu olur” demişti.
Mimarlar dışardan bakıldığında, gerçekten de beğenmedikleri bol, müşkülpesent bir şikayet korosuna benzetilebilir. İnsan eliyle yapılaşmış tüm bir fiziksel çevreyi kendi sorumluluk alanı olarak belirleyen, eğitim ve meslek yaşamları bakmak ve görmek üzerine kurulmuş bu insanlar görmezlikten gelmeyi beceremedikleri gibi dillerini de tutamazlar, eleştirirler. Türk Dil Kurumu sözlüğü’nde “bir insanı, bir yapıtı, bir konuyu, doğru ve yanlış yanlarını bulup göstermek ereğiyle inceleme işi” olarak tanımlanıyor eleştiri. Bu durumda öncelikle her eleştirinin şikayet olmadığını belirtmek, buna bağlı olarak da her eleştirenin mutsuz olduğuna inanmamak gerek.
Peki yine de, mimarlar mutlu mu?
2005 yılında, İngiltere’de üniversite öğrencileri arasında yapılan bir anketin sonuçlarına göre[3] mimarlık öğrencileri, okudukları bölümden memnun olma sıralamasında sondan üçüncü... Bu araştırmaya göre, felsefe ve tarih bölümlerinde okuyan öğrenciler okudukları bölümden en mutlu olanlar; mimarlık öğrencileri ise sanat ve tasarım öğrencileri ile birlikte en az mutlu olanlar arasında. Bu araştırmada elbette, öğrenciler okudukları okulların kapasite ve olanaklarını da değerlendirmişlerdir ve bizim buradan hemen seçilen mesleğe yönelik bir memnuniyetsizlik sonucu çıkarmamız çok da doğru olmaz. Geçelim...
O zaman yine İngiltere’de, Londra Merkezli City &Guilds’in yaptığı bir araştırmaya göz atalım. Kurum, çeşitli meslek grupları arasında yapılan bir ankete göre “2004 mutluluk endeksi” yayınlamış[4]. Bu araştırmanın sonuçlarına göre 29 meslek grubu arasında işinden en az mutlu olan grup mimarlarken en mutlu olanlar da kuaförlermiş! Belki de her araştırmaya inanmamak gerek...?
Neyse ki elimizde bir de 2007 yılında Times Magazine’in yaptığı bir anket var[5]. Burada ise toplam sayısını bilmediğimiz bir grup mimardan %53.5’i daha fazla saklamayıp mesleğinden memnun olduğunu itiraf etmiş! Bunca sonunculuktan sonra tam depresyona girecekken, mutluların yarıdan fazla olduğunu görüp rahat bir nefes alabiliriz...
Bunca istatistiki veriden hala sıkılmadım, Türkiye’de durum nedir onu da merak ediyorum demiyorsanız bu paragrafı okumayın, merak edenler için ise anlatalım:
2008 yılında ACE (Avrupa Mimarlar Konseyi), aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 17 ülkede bir çalışma yürütmüş. Buradan çıkan sonuçlara göre Türk mimarlar mesleki memnuniyetlerini 10 üzerinden şöyle puanlamışlar:
Kariyer olarak mimarlığın seçimi: 7,8
Gelir: 4,7
Yaşam kalitesi: 5,5
Çalışma çevresi: 5,8[6]
Gelir: 4,7
Yaşam kalitesi: 5,5
Çalışma çevresi: 5,8[6]
Mimarlar çok söylenen ve yukarıda sayılan araştırmaların sonuçlarına inanırsak depresyon eğilimli olmalarının yanısıra, gruplar halinde bulunmaları ile de ünlüdürler. Araştırmalara değil de gözlerimize inanmak istersek, işte bu mimarların arkadaşlarının çoğu mimarlardan oluşur ve bu da onlara gözlem yapma şansı verir. Ben de neyse ki onlardan biriyim ve kendi küçük gözlem grubumun öğrencilikten bu yana yaşadıkları hayal / kırıklıklarına tanığım. Okul bitince yaşanılan şok, tasarımcı mimar olabilme alan ve imkanlarının darlığı, düzensiz ve uzun çalışma saatleri, müşteriyle iletişim(sizlik)e harcanan enerji, gelir yetersizliği gibi sorunlar hepimizin malumu. Mimarlık fakültelerinin sayısı ve buna bağlı olarak mimar sayısının da artması ile ilgili midir bilinmez, mezun olduğumuz ilk zamanlarda yeni tanıştığımız insanlardan duyduğumuz “Mimar mısınız, ne kadar güzel, ben de hep mimar olmak isterdim” lafını bile duyamıyoruz artık. Bütün bunların üstüne bir de küresel ekonomik kriz geldi. Tüm mesleklerde durum böyledir herhalde ama yine kendi küçük gözlem grubumdan yola çıkarak söyleyebilirim ki mimarların iş potansiyeli gözle görülür, elle tutulur şekilde düştü.
Peki bu mimarlar nasıl kurtulur diye düşünürken, How to be a Happy Architect – Nasıl Mutlu Mimar Olunur adlı bir kitaba rastladım[7]. İlk görüşte ismi itibarı ile “mutlu bir evliliği nasıl yürütürsünüz?”, “nasıl iyi bir insan olunur”, “işyerinde mutlu olmanın yolları” vb gibi kendine yardım kitaplarının mimarlar için olanı gibi gözükse de aslında oldukça farklı bir bakış açısı sunuyor. Kitabın yazarı Irena Bauman, ekonomik krizin getirdiği durgunluk döneminin mimarlar için yararlı olabileceğini düşünüyor. Mesleki tatminin zaten pahalı ve heyecan verici tasarımlar üretmekte olmadığına inanan Bauman, bu tür büyük projelerin azaldığı bu dönemin mimarlar için düşük maliyetli ancak yine de kaliteli ve iyi tasarımlar yapabilmeyi araştırmak için bir fırsat olduğunu düşünüyor. Yarışma ve ödülleri modern mimarlığın bir hastalığı olarak gören yazar, 1992’den beri faaliyette olan ‘Bauman Lyons’ adlı ofisi ile birlikte sosyal ve çevresel sürdürülebilirliğin ön planda tutulduğu projelere imza atıyor. Kendi mimarlık deneyiminden yola çıkarak yazdığı kitabında mimarın rolünden müşterilerle olan ilişkilere, mimarlık dünyasında cinsiyet konusuna dek oldukça kışkırtıcı yazılara yer veriyor. Mimarların çoğunlukla mış gibi yaptığını –örneğin mimari çizimlerde pırıl pırıl parlayan güneşli havalarda mutlu insanlar yer alır hep!-, bundan vazgeçip artık gerçekleri görerek gerçek çözümler üretmeleri gerektiğini iddia ediyor.
Bauman’ın bir başka ilginç önerisi de ‘yerel’ olmak: kilometrelerce öteden malzemeler taşımak yerine, yerel kalırsak maliyetleri düşürebileceğimizi söylüyor. Tasarım ve deneyim özgürlüğü elinden alınan mimar nasıl mutlu olur demeyip bunun yerine kısıtlı olanaklar ile iyi tasarım yapabilme araştırmalarına yönelmenin, ‘sorumlu’ ve ‘sürdürülebilir’ tasarım örnekleri üretebilmenin tatminini koymak ilginç olduğu kadar, dünyamız ve toplumların geleceği için de yararlarını düşündüğümüzde, heyecan verici bir öneri.
Sizin de bu aralar iş kapasiteniz bir miktar düştüyse ve mesleğiniz üzerine düşünmeye vakit ayırabiliyorsanız, bu tür değişik yaklaşımların farkında olmak için bu kitaba göz atabilirsiniz. Bauman’ın önerileri bu aralar bir mimarı mutlu etmeye yeter mi bilinmez ama en azından mimarlık dünyasının yöneldiği yeni yollardan haberdar eder. Ne de olsa artık tüm dünyada “yıldız” mimarlık müessesi gözden düşüyor... yerine “sorumlu” mimarlar dönemi mi başlayacak acaba?
Neslihan ŞIK.
(Şubat 2010'da mimarizm.com'da yayınlanmıştır)
[1] “Mutsuz Olmayan Mimar Aranıyor”, Serdar Turgut, Hürriyet, 21.11.2000.
[2] YAPI, sayı. 231, Şubat 2001.
[7] Irena Bauman, “How to be a Happy Architect”, Black Dog Publishing, 2008.
HERKES İÇİN TASARIM
Sokaklarında yürüdüğümüz kentlerden içinde yaşadığımız mekanlara, iletişimimizi sağlayan araçlardan farklı alanlarda üretim yapmamızı sağlayan aletlere kadar etrafımızı saran tüm fiziksel çevre, beğenelim ya da beğenmeyelim, tasarım ürünleriyle doludur. Tasarım ürünlerini, belli bir kesimin ulaşabileceği ve öncelikle –hatta bazen sadece- görsel konforumuzu karşılayan ürünler olarak algılamanın zamanı çoktan geçti. Tasarımın artık “kullanıcı dostu”, herkes tarafından erişilebilir, esnek, güvenli, çevre dostu ve sürdürülebilir olmak gibi öncelikleri var.
Kentlerde her yaş ve kesimden insanın rahatça dolaşabilmesini, evlerimizin bizi hasta etmemesini ve hatta tepemize yıkılmamasını, kullandığımız ürünlerin başını almış giden çevre kirliliğine daha da çok katkı sağlamamasını istemek, hiç de lüks değil... “Herkes için tasarım”, tüketici değil, seçimlerimiz sayesinde üretici de olabileceğimizi gösteriyor. Bu sebeple, özellikle son zamanlarda, bu konularda çalışmalar yapan enstitüler ve sivil toplum örgütleri, üniversitelerde “evrensel tasarım” fakülteleri kurulmaya başlandı.
Dünyada artık ‘evrensel’ ve ‘herkes için tasarım’ üzerine çalışan ve düşünenlere Türkiye’den de destek var: TAG Platform. Mimarlık, sanat , tasarım, eğitim ve yayıncılık deneyimlerini bu yolda ortaya koyarak TAG Platform’u kuran gönüllü bir ekip projeler üretiyor, bu projeleri yürütecek kişi ve kuruluşları bir araya getiriyor.
Katılımcılığı, eşitliği ve sürdürülebilirliği öncelikleri olarak belirleyen bu tasarım felsefesini, tasarımcı, üretici ve kullanıcıya benimseterek bu anlayışı yaygınlaştırmak ve böylece yaşam kalitemizi artırmak için öncelikle konuya dikkat çekmek, eğitim kurumlarının bu alan üzerine araştırma yapmalarını teşvik etmek gerekmekte. Küçük adımlar ile başlanılmış olsa da, araştırmacı, tasarımcı, karar verici ve kullanıcıların iletişim ağının sağlanmasıyla, temel insan haklarından biri olduğuna inandığımız yaşanabilir kentler ve yaşanabilir bir dünya için yola çıkmak kaçınılmaz. Çünkü sürdürülebilir, doğa dostu, tarihi ve kültürel değerlere saygılı, değişime açık ve herkes için erişilebilir fiziksel çevreler üretmek artık bir zorunluluk. İşte bu noktada, daha yüksek kaliteli bir çevrede yaşamayı, tasarımın süs ve marka olmadığını, doğrudan insan hayatını ilgilendirdiğini anlatmayı, tasarım bilinciyle küresel ısınma ve çevre kirliliğine karşı mücadeleyi hedefleyen TAG Platform, birlikte hareket etmeyi öneriyor.
Neslihan ŞIK
(Bu yazı Kasım 2009'da Radikal Tasarım Eki'nde yayınlanmıştır)